İnsanlık, tarih boyunca çevresiyle ve bu çevredeki diğer canlılarla sürekli bir etkileşim içerisinde olmuştur. Bu etkileşim, insanların hayvanlardan pek çok alanda faydalanmasını sağlamıştır. Örneğin, sığırların evcilleştirilmesiyle insanlar tarımda iş gücüne kavuşmuş, aynı zamanda bu hayvanların etinden besin kaynağı olarak yararlanmışlardır. Tavuklar farklı ırklarla melezlenmiş, en verimli bireyler seçilerek büyük çiftliklerde üretimleri yapılmıştır. Atlar evcilleştirilmiş, ulaşım kolaylaştırılmış, hatta savaşlarda binek hayvanı olarak kullanılarak askeri üstünlük elde edilmiştir. Domuzlar ve sığırlar da benzer şekilde evcilleştirilerek et ve süt üretiminde önemli yer tutmuştur. Zaman içinde kediler ve köpekler gibi bazı hayvanlar evlerin içine girmiş, insanların birer yaşam arkadaşı haline gelmiştir. Tüm bu süreçler, insanlarla hayvanlar ve yaşadıkları çevre arasında bir ilişki ağı oluşmasına neden olmuştur.
Bu sıkı ilişki, günümüzde “Tek Sağlık” (One Health) olarak adlandırılan yeni bir sağlık yaklaşımının doğmasına öncülük etmiştir. Tek Sağlık konsepti, insan sağlığı, hayvan sağlığı ve çevre sağlığının birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini savunur. Bu yaklaşım, sağlığın yalnızca tek bir boyutuyla ilgilenmek yerine, tüm bu unsurların bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürer. Farklı bilim dallarından uzmanların ortak bir zeminde buluşarak iş birliği içinde çalışmaları, ancak bu şekilde toplum sağlığının etkin bir şekilde korunabileceği fikrine dayanır.
Özellikle hayvanlardan insanlara bulaşan zoonotik hastalıkların ve çevresel etkenli sağlık tehditlerinin önlenmesi noktasında Tek Sağlık anlayışı büyük önem taşır. Bu çerçevede, insan, hayvan ve çevre sağlığına yönelik çalışan kurumların ve uzmanlık alanlarının iş birliği yapması, birlikte politika geliştirmesi ve olaylara bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşması gerekmektedir.
Bulaşıcı Hastalıklar ve Tek Sağlık

İnsanlarla hayvanlar arasındaki temasın artması, 20. yüzyıl itibarıyla bulaşıcı zoonoz hastalıklarda ciddi bir artışa yol açmıştır. Yapılan araştırmalara göre, insanlarda görülen enfeksiyöz hastalıkların yaklaşık %60’ı zoonotik kökenlidir. Dahası, her yıl ortaya çıkan beş yeni hastalıktan üçü hayvanlardan insanlara geçen bu hastalık grubundandır. Üstelik biyoterör amaçlı kullanılabilecek patojenlerin yaklaşık %80’inin de zoonotik özellik taşıdığı bilinmektedir. Günümüzde hem insan hem hayvan sağlığını tehdit eden 200’ün üzerinde zoonoz hastalık tanımlanmıştır. Uzmanlar bu sayının önümüzdeki yıllarda hızla artabileceğinden endişe duyuyor.
Zoonotik hastalıklar özelinde bakıldığında, bu hastalıkların hem hayvan hem de insan sağlığı açısından iki yönlü bir etkisi olduğu açıkça görülmektedir. Hastalığın kaynağını oluşturan hayvanların tedavi edilmesi, üretilen et ve süt ürünlerinin denetlenmesi ve genel gıda güvenliğinin sağlanması gereklidir. Hastalık insanlar arasında yayılmaya başladığında, hastaların tedavi edilmesi, hastalığın yayılmasının önlenmesi, toplumun bilgilendirilmesi ve gerekli sağlık politikalarının uygulanması bu noktada büyük önem taşır.
Ancak bazı hastalıklarda, enfeksiyon süreci başladıktan sonra bile hastalık etkeni olan mikroorganizmalarda genetik değişiklikler (mutasyonlar) meydana gelebilmektedir. Bu durum sonucunda farklı türler arasında patojen geçişini kolaylaştırarak yeni hastalık tablolarının ortaya çıkmasına neden olabilir.
Bazı Önemli Zoonoz Hastalıklar

Zoonoz hastalıklar, kökeninde bakteri, virüs, mantar ya da parazit gibi çeşitli mikrobiyal etkenlerin bulunduğu, hem hayvanları hem de insanları etkileyebilen bulaşıcı hastalıklardır. Bu hastalıkların bazıları toplum sağlığı açısından oldukça ciddi riskler taşır. Tifo, tifüs, dizanteri, kuş gribi, tüberküloz, şarbon, tetanos, bruselloz, listeriyoz, kuduz, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi, ekinokokkozis ve COVID-19 gibi enfeksiyonlar, bu kapsama giren başlıca zoonotik hastalıklar arasında yer alır.
Koronavirüs Enfeksiyonları

Koronavirüsler, zarflı yapıya sahip ve tek zincirli RNA içeren geniş bir virüs ailesidir. Bu virüsler; kedi, köpek, gelincik, at, alpaka ve insan gibi pek çok farklı türü enfekte edebilmektedir. Enfekte olan canlılarda solunum, sindirim ve kardiyovasküler sistemlerde çeşitli hastalıklara yol açar.
2002 ile 2004 yılları arasında görülen SARS (Şiddetli Akut Solunum Yolu Sendromu) salgını, koronavirüslerin insan sağlığı üzerindeki etkilerini hepimize gösterdi. SARS-CoV olarak adlandırılan bu salgının hastalığın misk kedileri veya yarasalar aracılığıyla insanlara geçtiği düşünülüyor. 37 farklı ülkede görülen ve yaklaşık 8.500 kişiyi enfekte eden bu salgın, %10’a yaklaşan ölüm oranıyla ciddi bir tehdit oluşturmuş, 800’den fazla kişi hayatını kaybetmiştir.
2012 yılında ise MERS (Ortadoğu Solunum Sendromu) adlı başka bir koronavirüs kaynaklı hastalık ortaya çıkmıştır. MERS-CoV olarak adlandırılan bu virüs, 27 ülkede görülmüş ve 800’ün üzerinde insanın ölümüne neden olmuştur. Hafif solunum yolu belirtilerinden başlayarak şiddetli solunum yetmezliği ve ölüme kadar ilerleyebilen MERS’in, enfekte develerle doğrudan veya dolaylı temas yoluyla insanlara geçtiği Dünya Sağlık Örgütü tarafından açıklanmıştır.
Daha yakın tarihte, 2019 yılında Çin’de ilk kez tanımlanan SARS-CoV-2 virüsü ise dünya çapında bir pandemiye neden olmuş ve dünya tarihine “COVID-19 pandemisi” olarak geçmiştir. 13 Ekim 2024 itibarıyla Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünya genelinde 776 milyondan fazla kişi bu virüse yakalanmış, 7 milyondan fazla insan ise hayatını kaybetmiştir. Hastalık ateş, öksürük, yorgunluk, tat ve koku kaybı gibi hafif semptomlarla seyredebildiği gibi; bazı vakalarda akut solunum sıkıntısı sendromuna ve hatta ölüme yol açmaktadır.
SARS-CoV-2’nin kaynağı konusunda çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Salgının başlangıç döneminde virüsün Çin’deki bir deniz ürünleri pazarından yayıldığı öne sürülmüşse de, sonradan yapılan bilimsel araştırmalar bu görüşü çürütmüştür. Güncel bulgular, virüsün yarasalarda bulunan bir koronavirüsten kaynaklandığını ve muhtemelen başka bir hayvan aracılığıyla insana geçtiğini düşündürmektedir. Ancak bu geçiş gerçekleştikten sonra virüsün yayılımı büyük ölçüde insandan insana temas yoluyla devam etmiştir.
COVID-19 Pandemisi ve Tek Sağlık

Bilim insanları, COVID-19 pandemisinin zoonotik özellik taşıması nedeniyle, insanlarla yaban hayatı arasındaki etkileşimin artmasının doğrudan bir sonucu olduğu görüşünde. Doğal yaşam alanlarının daralması, insanların ormanlara ve vahşi yaşam alanlarına daha fazla müdahale etmesi gibi nedenler, insan-hayvan temasını artırmakta ve yeni salgınların ortaya çıkmasına uygun zemin hazırlamaktadır. Pek çok araştırmacı, SARS-CoV-2 virüsünün kaynağının yarasalar olduğunu ve bu virüsün insanlara muhtemelen pangolin gibi ara konakçı bir tür aracılığıyla geçtiğini öne sürüyor.
COVID-19 pandemisi yalnızca sağlık alanında değil, sosyoekonomik düzeyde de büyük sorunlara neden olmuştur. Milyonlarca insan yoksulluk sınırının altına gerilemiş, ülkelerin ekonomileri sarsılmış, küresel iş gücünde çok ciddi kayıplar yaşanmıştır. Pandemi döneminde uygulanan kısıtlamalar, bireylerin gelir kaynaklarına erişimini sınırlandırmış, gıda üretimi ve dağıtımı gibi temel sektörlerde ciddi aksamalar meydana gelmiştir.
Şarbon

Şarbon, Bacillus anthracis adlı bakterinin neden olduğu bulaşıcı, zoonotik bir hastalıktır. Bu hastalık, hemen hemen tüm memeli hayvanları etkileyebilmekle birlikte, özellikle sığırlar, şarbona en duyarlı hayvan türlerindendir. Bu nedenle sığırlar, şarbonun yayılmasında en büyük konak olarak kabul edilir.
Şarbonun, deri, gastrointestinal ve inhalasyon (akciğer) şarbonu olmak üzere üç ana tipi vardır. Deri şarbonu, en yaygın görülen formdur ve bu durumda deri üzerinde veziküller ile siyah renkte nekrotik lezyonlar (şarbon püstülü) oluşur. Bu lezyonlar genellikle ağrısızdır, ancak enfeksiyon tedavi edilmezse ölümle sonuçlanabilir.
Kırım Kongo Kanamalı Ateşi

Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA), keneler yoluyla insanlara bulaşan, zoonotik karakterde ciddi bir viral enfeksiyondur. Hastalığın etkeni, Bunyaviridae ailesine bağlı Nairovirüs grubunda yer alan tek iplikçikli bir RNA virüsüdür. Bu virüs; kedi, köpek, sığır, keçi gibi evcil hayvanların yanı sıra çeşitli yabani kuş türlerinde de bulunabilmektedir. Ancak hayvanlarda hastalık çoğunlukla belirti göstermeden seyrederken, insanlar için bu durum tamamen farklıdır. İnsanlarda ölüm oranı %30’lara kadar çıkabilmektedir.
Virüs, çoğunlukla Hyalomma cinsi kenelerin ısırması yoluyla bulaşır. Enfeksiyonun kuluçka süresi genellikle 2 ila 12 gün arasında değişir. Bu sürecin ardından enfekte bireylerde grip benzeri belirtiler, yani ateş, halsizlik, baş ağrısı gibi semptomlar ortaya çıkar. Hastalık ilerledikçe burun kanamaları, kusma ve hematüri (kanlı idrar) gibi kanama bulgular izlenir. Bu evrede karaciğerin de etkilenmesiyle birlikte, karaciğer enzimlerinde ciddi artışlar gözlenir ve karaciğer hasarı belirgin hale gelir.
Ekinokokkozis

Ekinokokkozis, Echinococcus cinsine ait yassı solucanların neden olduğu, zoonotik özellik taşıyan parazit kaynaklı bir hastalıktır. Bu hastalığa yol açan parazit türlerinin nihai konakları genellikle köpek, tilki ve kurt gibi yabani veya evcil etçillerdir. İnsanlar, koyunlar, keçiler ve sığırlar ise bu parazit için ara konak olarak görev yapar.
Parazit, son konak olan etçillerin ince bağırsaklarında yaşar ve burada olgunlaştıktan sonra yumurtlar. Yumurtalar konağın dışkısı aracılığıyla çevreye yayılır. Ara konakta enfeksiyon, parazit yumurtası ile kontamine olmuş besinlerin ağız yoluyla alınması sonucu başlar. Sindirim sisteminde açılan yumurtalardan çıkan larvalar, kan dolaşımı yoluyla karaciğer, akciğer gibi çeşitli organlara taşınır. Bu organlarda içi sıvı dolu hidatik kistler oluşur. Kistler zamanla büyüyerek organ fonksiyonlarını bozar ve ciddi sağlık sorunlarına, hatta tedavi edilmediği takdirde ölümle sonuçlanabilir.
Tek Sağlık Bakış Açısı Çevreyi Nasıl Tanımlar? Çevrenin Sağlıktaki Önemi Nedir?

Hava, toprak, su ve diğer çevresel bileşenler; insan ve hayvan sağlığının sürdürülebilirliği açısından oldukça önemlidir. Çevre; canlıların içinde bulunduğu ve etkileşimde bulunduğu cansız unsurların yanı sıra, fiziksel, kimyasal ve biyolojik faktörlerin bir araya geldiği bir bütündür. Bu tanım, hem doğal ekosistemleri hem de insan eliyle şekillendirilmiş kentsel ve tarımsal alanları kapsar. “Çevre sağlığı” ise bu bütünlüğün, yani çevrenin işleyişinin, yapısının ve bileşenlerinin ne ölçüde sağlıklı ve dengeli olduğunu gösterir.
Çevre, içerdiği maddeler, mikroorganizmalar ve besin zincirindeki yerleri itibarıyla adeta bir rezervuar gibi çalışır. Özellikle insan faaliyetlerinden kaynaklanan hava, su ve toprak kirliliği; çeşitli patojenlerin, toksinlerin ve kimyasal bileşiklerin çevrede birikmesine neden olur. Bu birikim zamanla hem hayvanların hem de insanların sağlığını tehdit eden ciddi riskler doğurur. Dolayısıyla çevre, sağlığın korunmasında ya da bozulmasında merkezi bir rol oynar ve Tek Sağlık yaklaşımı bu gerçeği dikkate alarak çevreyi ihmal edilemez bir unsur olarak ele alır.
İklim Değişikliği ve Tek Sağlık

Günümüz dünyasının en büyük sorunlarından biri olan iklim değişikliği, yalnızca ekosistemlerin çökmesine ve biyoçeşitlilik kaybına yol açmakla kalmayıp, aynı zamanda insan sağlığı üzerinde de ciddi olumsuz etkiler doğurmaktadır. İklim değişikliğinin etkisiyle bazı bölgelerde çölleşme ve kuraklık meydana gelirken, bu durum tarımsal üretimin azalmasına, gıda yetersizliklerine ve kıtlıklara neden olmaktadır. Ayrıca su kaynaklarının azalması ve kalan suyun kirlenmesi, patojenlerin daha kolay bir şekilde insanlara ulaşmasına zemin hazırlar. Aşırı yağış, sel, fırtına gibi iklim olayları da atık suların taşmasına yol açarak su yoluyla bulaşan hastalıkların yayılmasına neden olmaktadır.
İklim değişikliği aynı zamanda canlıların yaşam alanlarını da dönüştürmektedir. Habitat koşullarındaki değişiklikler, bazı hayvan türlerinin doğal yaşam alanlarından farklı bölgelere göç etmesine yol açmakta; bu da yeni hastalık taşıyıcılarının farklı bölgelerde görülmesine neden olmaktadır. Özellikle sıcaklık artışı, pire ve kene gibi hastalık vektörü olan eklembacaklıların yayılım alanlarını genişletmektedir. Bu durum, dang humması, zika virüsü, sıtma ve Batı Nil virüsü gibi pek çok zoonotik hastalığın daha önce görülmediği alanlara taşınmasına ve bu hastalıklarla mücadelenin zorlaşmasına neden olmaktadır.
Öte yandan, iklim değişikliği kaynaklı aşırı sıcaklık dalgalanmaları, orman yangınları gibi doğal afetlerin sıklığını artırmakta; kuraklık ve sıcak hava dalgaları yaban hayvanları üzerinde stres yaratmaktadır. Bu stresin, hayvanların bağışıklık sistemlerini zayıflattığı ve çevreye daha fazla patojen saçılmasına neden olduğu düşünülmektedir. Sıcaklık artışları ayrıca gıda kaynaklı hastalıkların da artmasına neden olmaktadır. Örneğin, bilimsel araştırmalar salmonelloz vakalarındaki artış ile sıcak hava dalgaları arasında doğrudan bir ilişki olduğunu göstermektedir.
Arazi Kullanımındaki Değişiklikler, Habitat Kaybı ve İnsan Sağlığına Etkileri

Arazi kullanımındaki değişiklikler, özellikle de ormanlık alanların tarım veya otlatma arazisine dönüştürülmesi, zoonotik hastalık riskini önemli ölçüde artırmaktadır. Yapılan çalışmalar, özellikle memeli tür çeşitliliğinin yüksek olduğu tropikal bölgelerde bu tür arazi dönüşümlerinin zoonoz hastalıkların ortaya çıkma olasılığını artırdığını göstermektedir. Habitatların bozulması ve parçalanması, biyoçeşitlilikte ciddi kayıplara yol açmakta ve insan sağlığı açısından yeni tehditlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Ekosistemlerin insan eliyle tahrip edilmesi, insan ile yaban hayatı arasındaki temasın artmasına yol açmaktadır. Barınacak ve besin bulacak alanları kalmayan yabani hayvanlar, insan yerleşimlerine daha fazla yaklaşmakta ve besin ihtiyaçlarını tarım alanlarından karşılamaya çalışmaktadır. Bu durum, patojenlerin türler arasında geçişini kolaylaştırarak yeni enfeksiyonların ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Örneğin, ABD’de ekosistem tahribatı sonucu memeli çeşitliliğinin azalması, Lyme hastalığının önemli bir taşıyıcısı olan beyaz ayaklı farelerin popülasyonunda artışa yol açmış; böylece kenelerin hastalığı insanlara bulaştırma riski de artmıştır.
Günümüzde tarımsal faaliyetlerin, biyoçeşitliliğin oldukça yüksek olduğu yağmur ormanları gibi bölgelere doğru genişlediği bilinmektedir. Araştırmalar, insanlarda görülen hastalıkların %25’inin ve zoonotik hastalıkların %50’sinin tarımsal faaliyetlerle ilişkili olduğunu ortaya koymaktadır. Bu alanlarda çalışan bireyler, hayvan kaynaklı patojenlerle enfekte olma riski bakımından daha yüksek bir risk altındadır. Ayrıca, çiftlik hayvanlarında bulunan birçok patojen mikroorganizma, birden fazla canlı türünü enfekte etme kapasitesine sahip olması nedeniyle, zoonotik hastalıkların yayılmasında büyük rol oynamaktadır.
Yaban hayvanları, tehlike arz eden bazı patojenleri bağışıklık sistemlerinin gücü sayesinde yıllarca düşük düzeylerde vücutlarında taşıyabilmektedir. Ancak habitatlarının bozulması, türler arası rekabetin artması ve saklanabilecek alanların azalması gibi çevresel stres faktörleri, bu bağışıklık dengesini bozmakta ve patojenlerin dış çevreye yayılmasına neden olmaktadır. İnsan kaynaklı kimyasal kirleticiler de bu çevresel stresin oluşumunda önemli bir rol oynamaktadır.
Bunun yanı sıra hızlı kentleşme de bulaşıcı hastalıklar yönünden insan sağlığını tehdit edebilmektedir. Kentleşme süreci sırasında yabani hayvanların yaşam alanlarının tahrip edilmesi, bu canlıları şehir içlerinde besin aramaya zorlamaktadır. Bu durum insan-yaban hayvanı çatışmalarına neden olmaktadır. Örneğin Estonya’da bazı yerleşim alanlarında kurtların evcil hayvanlara saldırdığı ve kedi ile kümes hayvanlarının ölümüne sebep olduğu rapor edilmiştir. Bu kurtlardan alınan örneklerde, hayvanların sarkoptik uyuz ve insan sağlığı açısından tehlikeli olan Echinococcus multilocularis parazitini taşıdığı belirlenmiştir.
Biyoçeşitlilikteki Azalmanın Hayvan ve İnsan Sağlığına Etkileri

Gezegenimizdeki canlı çeşitliliği, insan faaliyetleri (antropojenik etkiler) nedeniyle ciddi şekilde azalma eğilimindedir. Bugüne kadar yüzlerce tür yok olmuş; çok sayıda tür ise yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Arazi kullanım değişiklikleri, iklim değişikliği, salgın hastalıklar ve istilacı türler, bu biyoçeşitlilik kaybının başlıca nedenleri arasında yer almaktadır.
Biyoçeşitlilikteki azalma, zoonotik hastalıkların ortaya çıkma ve yayılma riskini artırmaktadır. Çünkü yüksek biyoçeşitliliğe sahip bir ekosistem, hastalıkların bulaşmasını engelleyen doğal bir tampon görevi görür. Sağlıklı bir av-avcı dengesi ve doğal rekabet ortamı, zoonotik hastalık rezervuarlarını ve hastalık taşıyıcısı vektörlerin (örneğin kemirgenler, keneler, sivrisinekler) popülasyonlarını kontrol altında tutar. Ancak biyoçeşitliliğin azalması, bu doğal dengeyi bozarak belli patojenlerin taşıyıcısı olan türlerin popülasyonunda artışa neden olabilir. Bu da halk sağlığını tehdit eden bir durumdur. Örneğin, memeli tür çeşitliliğindeki azalmanın Hantavirüs enfeksiyonu sıklığını artırdığı bildirilmiştir. Benzer şekilde, kuş türü çeşitliliğindeki azalma ile Batı Nil Virüsü vakalarının artışı arasında doğrudan bir ilişki olduğu gözlemlenmiştir. Bu bağlamda, tür çeşitliliğinin hastalık yapıcı patojenler üzerindeki baskılayıcı etkisine literatürde “seyrelme etkisi (dilution effect)” adı verilmektedir.
İstilacı türler de biyoçeşitlilik üzerinde ciddi tehdit oluşturmaktadır. İnsan hareketliliği, bu türlerin doğal yaşam alanları dışındaki ekosistemlere taşınmasına neden olmakta ve bu durum hem yerel türlerin popülasyonunu baskılamakta hem de yeni hastalıkların ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Bu türler, taşıdıkları patojenler ve üstlendikleri rezervuar/vektör roller nedeniyle insan ve hayvan sağlığı açısından ciddi riskler taşımaktadır. Örneğin, kürk endüstrisinde kullanılan rakun köpeklerinin Avrupa’da serbest kalmaları ve uygun habitatlarda hızla çoğalmaları, bu türün kuduz hastalığı açısından potansiyel rezervuar olması nedeniyle endişeye yol açmıştır. Benzer şekilde, yayılım alanı kuzeye doğru genişleyen Asya Kaplan Sivrisineği (Aedes albopictus), Sarı Humma başta olmak üzere pek çok hastalığın vektörü olarak sağlık yetkililerini alarma geçirmiştir.
Antimikrobiyal Direnç (AMR) ve Tek Sağlık

Antibiyotik direnci, günümüzde bilim insanlarını en fazla kaygılandıran sağlık sorunlarından biridir. Antimikrobiyal direnç (AMR), mikroorganizmaların kendilerine karşı kullanılan ilaçlara (antibiyotik, antiviral, antifungal ve antiparaziter ajanlara) direnç geliştirmesi sonucunda, insan ve hayvan hastalıklarının tedavisini zorlaştırmakta ve hatta imkansız hale getirebilmektedir. Bu durum, tedavi başarısızlıklarına, hastalıkların yayılmasına ve ölüm oranlarında artışa neden olmaktadır. Nitekim Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), antimikrobiyal direnci insanlığın üstesinden gelmesi gereken en büyük 10 küresel halk sağlığı tehdidinden biri olarak tanımlamaktadır. Her yıl dirençli mikroorganizmalar nedeniyle dünya genelinde yaklaşık 700.000 insanın hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir.
Antimikrobiyal ajanlar yalnızca insanlarda değil, aynı zamanda hayvan hastalıklarının önlenmesi ve tedavisi amacıyla da yaygın biçimde kullanılmaktadır. Bununla birlikte bu ilaçların uygunsuz ve aşırı kullanımı (örneğin hayvanların büyümesini teşvik etmek amacıyla yem katkısı olarak kullanılması) direnç gelişimini hızlandırmaktadır. Dirençli mikroorganizmalar bu süreçte hem hayvanlarda hem de insanlarda tedaviye yanıtsız enfeksiyonlara yol açabilmekte, dolayısıyla halk sağlığı açısından ciddi riskler doğurmaktadır.
Hayvansal üretimde kullanılan antibiyotiklerin önemli bir kısmı hayvanların dışkısıyla çevreye yayılmakta ve bu atıklar, tarımsal alanlarda gübre olarak kullanıldığında dirençli bakteri popülasyonlarının oluşumunu destekleyebilmektedir. Örneğin yapılan bir çalışmada, antimikrobiyal kalıntı içeren hayvan gübresiyle gübrelenmiş toprakta yetişen bitkilerin klortetrasiklin maddesini absorbe edebildiği gözlemlenmiştir. Toprakta genellikle düşük seviyelerde bulunan bu antibiyotik kalıntıları zamanla birikmekte ve toprak mikroorganizmaları üzerinde seçilim baskısı oluşturarak antimikrobiyal direncin gelişimine yol açmaktadır.
Direnç kazanan mikroorganizmaların genetik materyalleri, yatay gen transferi yoluyla çevredeki diğer bakteri türlerine aktarılabilmektedir. Bu direnç genlerinin toprak ve su gibi çevresel rezervuarlar aracılığıyla insan ve hayvanlara ulaşması, halk sağlığı açısından ciddi tehditler doğurmaktadır. Antimikrobiyal direnç konusu, çevre-hayvan-insan etkileşiminin sağlık üzerindeki etkilerini ortaya koyan en somut örneklerden biridir.
Kimyasal Kirlilik ve Tek Sağlık

Tek Sağlık yaklaşımı başlangıçta daha çok zoonoz hastalıklar, antimikrobiyal direnç ve gıda güvenliği gibi konulara odaklanmıştır. Ancak zamanla hava kirliliği, kimyasal toksisite ve ekotoksikolojik faktörlerin insan sağlığı üzerindeki ciddi etkileri daha iyi anlaşılmış; bu alanlarda bilimsel çalışmalar artmış ve çözüm önerileri geliştirilmeye başlanmıştır.
Hayvanlarda ortaya çıkan kimyasal toksisiteye bağlı hastalıklar, yalnızca hayvan sağlığı açısından değil, insan sağlığı yönünden de önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Bu nedenle Tek Sağlık yaklaşımının ilgi alanlarından biridir. Çevresel kirlilikten etkilenen ve sağlığı bozulan hayvanlar, kimi zaman insan sağlığındaki bozulmaların erken habercisi olabilmektedir. Bu doğrultuda, yabani hayvanların düzenli olarak gözlemlenmesi, sağlık durumlarının izlenmesi ve popülasyon değişimlerinin takip edilmesi, olası kimyasal toksisite risklerinin erkenden tespiti ve toplu risk analizlerinin yapılması açısından büyük önem taşımaktadır.
Kimyasal kirleticiler hayvansal dokularda birikerek, bu hayvanların etinin veya diğer ürünlerinin tüketilmesi yoluyla insanlar üzerinde doğrudan sağlık riskleri oluşturabilmektedir. Bu toksinler arasında arsenik, cıva, pestisitler, polisiklik aromatik hidrokarbonlar ve poliklorlu bifeniller (PCB’ler) gibi maddeler yer almaktadır. Genellikle hayvanların yağ dokularında depolanan bu zararlı maddeler, et ve süt ürünleri aracılığıyla insanlara geçebilir. Bu durumu önleyebilmek amacıyla Avrupa Birliği başta olmak üzere pek çok ülke, hem iç mevzuatlarında hem de uluslararası ticaret düzleminde çeşitli düzenlemeler geliştirmiştir. Ancak, zaman zaman bu önlemler yetersiz kalmakta ve halk sağlığını tehdit edebilecek boyutlarda kimyasal toksisite olayları yaşanabilmektedir.
Hava kirliliğinin insan sağlığı üzerindeki etkileri uzun zamandır bilinmektedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), hava kirliliğini kalp hastalıkları, kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), solunum yolu enfeksiyonları ve akciğer kanseri gibi ciddi sağlık sorunlarıyla ilişkilendirmektedir. Bu nedenlerle her yıl yaklaşık 7,2 milyon insanın hayatını kaybettiği bildirilmektedir. Atmosferde bulunan kurşun, kadmiyum ve cıva gibi ağır metaller, hava yoluyla uzun mesafelere taşınarak toprakta ve suda birikebilmekte; bu elementlerin insan vücuduna geçişi ise genellikle kontamine bitki ve hayvan ürünlerinin tüketimiyle gerçekleşmektedir. Kadmiyumun akciğer kanserine yol açtığı, kurşunun ise fetüs ve çocuklarda sinir sistemi üzerinde toksik etkilere neden olduğu bilinmektedir. Yetişkinlerde ise üreme sağlığı üzerinde olumsuz etkiler, sindirim sistemi hasarları ve böbrek fonksiyon bozuklukları gibi sonuçlara yol açabilmektedir.
Hava kirliliği yalnızca insan sağlığını değil, aynı zamanda ekosistemleri ve biyoçeşitliliği de tehdit etmektedir. Atmosferdeki kimyasal kirleticiler, bitkilerde oksidatif strese yol açarak fotosentezlerini bozmakta, bu da bitki gelişimini olumsuz etkileyerek toplu bitki ölümlerine neden olmaktadır. Ayrıca havadaki azot bileşiklerinin neden olduğu ötrofikasyon ve asitlenme, doğal ekosistemleri tahrip etmektedir. Hava kirliliğinin bitkilerin renginde değişikliklere yol açabildiği; bu değişikliklerin ise bitki-böcek etkileşimini bozarak polen üretimini engelleyebileceği ve dolayısıyla bitkilerin üreme döngüsünü sekteye uğratabileceği bilinmektedir.
Su Kirliliğinin Sağlık Üzerine Etkileri

Su, çeşitli patojen mikroorganizmaların taşınmasında ve yayılmasında başlıca vektörlerden biridir. Escherichia coli (E. coli), Campylobacter, Cryptosporidium, Shigella, Hepatit E virüsü, Coccidia türleri ve bazı koronavirüs tipleri gibi patojenlerin su yoluyla bulaştığı bilinmektedir. Bu mikroorganizmalarla kontamine olmuş suyun içme suyu olarak ya da tarım ve hayvancılık faaliyetlerinde kullanılması; hem insan sağlığı hem de hayvan sağlığı açısından ciddi riskler doğurmaktadır.
Su kirliliğinin başlıca nedenleri arasında hayvansal gübre ve insan dışkısı yer almaktadır. 2018 yılında yaşanan bir leptospirozis salgınının, yaban domuzu ve sığır dışkılarının su kaynaklarını kirletmesiyle ortaya çıktığı düşünülmektedir. Hayvancılık faaliyetleri sonucu ortaya çıkan hayvan dışkısının bir bölümü tarımda, özellikle toprak verimliliğini artırmak amacıyla gübre olarak kullanılmaktadır. Ancak kullanılmayan kısmın uygun şekilde bertaraf edilmemesi, çevresel ve dolaylı olarak sağlık açısından tehlikeli sonuçlar doğurabilmektedir.
Hayvan dışkısının kanalizasyon sistemlerine doğrudan verilmesi ya da tarım alanlarında kullanılan gübrenin rüzgar veya yağmur gibi çevresel etkenlerle dışarı taşınması sonucu, dışkıda bulunan nitrat ve fosfor gibi bileşenler toprağa geçmekte ve yağmur suları aracılığıyla yüzey sularına karışmaktadır. Bu durum, suda besin elementlerinin aşırı birikimine ve bunun sonucunda ötrofikasyon gelişimine neden olmaktadır. Ötrofikasyon, algler ve diğer su mikroorganizmalarının aşırı çoğalmasına yol açarak su kalitesini düşürmekte ve suda yaşayan canlıların yaşamını tehdit etmektedir.
Sudaki toksisite düzeyinin artması, özellikle kabuklu deniz canlılarını olumsuz etkilemekte ve bu canlılarda toksik kimyasalların birikmesine yol açmaktadır. Bu canlıların insan beslenmesinde sıkça tüketiliyor olması, insan sağlığı açısından önemli bir risk oluşturmaktadır.
Tek Sağlık Fikri Nasıl Doğdu?

Orta Çağ’da insan ve hayvan parazitleri birlikte incelenmiş, bu parazitlerin neden olduğu hastalıklar tıp kitaplarında birlikte ele alınmıştır. Bazı dini inanç sistemlerinde ise hasta hayvanların kurban edilmesi veya etlerinin tüketilmesi insan sağlığını korumak amacıyla yasaklanmıştır.
Zaman içinde tıp biliminde önemli ilerlemeler kaydedilmiş, hastalıkların gelişimi daha iyi anlaşılmış ve tedavi ile korunma yöntemleri geliştirilmiştir. Ancak bu süreçte veteriner tıbbı, insan tıbbının gerisinde kalmıştır. İnsanlarda salgın hastalıkların kontrol altına alınmaya başlanmasına rağmen, hayvanlardaki salgınlar toplu ölümlere ve ciddi ekonomik kayıplara yol açmıştır. Bu durum, veteriner tıbbının gelişimini hızlandırmış ve hayvan sağlığına yönelik bilimsel çalışmaların artmasına neden olmuştur.
Tek Sağlık kavramı, her ne kadar 19. yüzyılda gelişmeye başlamış bir yaklaşım olsa da, insan sağlığı ile çevre sağlığı arasındaki ilişkiye dair düşünceler Hipokrat’a kadar uzanmaktadır. M.Ö. 370-460 yılları arasında yaşamış olan Yunan hekim Hipokrat, “Havada, Suda ve Yerde” başlıklı eserlerinde temiz bir çevrenin insan sağlığı açısından taşıdığı öneme vurgu yapmıştır.
1711-1769 yılları arasında Avrupa’da etkili olan sığır vebası salgınında 200 milyondan fazla hayvanın ölmesi, yalnızca ekonomik kayıplara değil, aynı zamanda halkın hayvansal gıdaya erişiminde ciddi zorluklara neden olmuştur. O dönemde veteriner hekim yetiştiren okullar henüz bulunmadığı için, halk çareyi beşeri hekimlerde aramış; ancak bu girişimler çoğunlukla başarısız olmuştur. İtalyan hekim Dr. Lancisi ve İngiliz hekim Dr. Bates’in raporları doğrultusunda veteriner okullarının kurulması yönünde adımlar atılmış ve ilk veteriner tıp okulu 1762 yılında Fransa’da açılmıştır. Ardından diğer Avrupa ülkelerinde de veteriner eğitim kurumları kurulmuştur. Veteriner tıbbının gelişimi, özellikle hayvanlardaki salgın hastalıklar ve zoonotik hastalıkların kontrol altına alınmasında önemli bir rol oynamıştır.
Bu gelişmeler ışığında bazı bilim insanları, 13 Şubat 1762 tarihini (İlk veteriner okulunun kurulduğu günü) “Tek Sağlık” fikrinin doğuş tarihi olarak kabul etmektedir. Bu tarihten sonra, veteriner tıbbı ve beşeri tıbbın iş birliğiyle özellikle mikrobiyoloji alanında ortak çalışmalar yapılmıştır.
1855 yılında Alman hekim ve patolog Prof. Dr. Rudolf L. K. Virchow, Trichinella paraziti üzerine yaptığı araştırmalarla insan ve hayvan enfeksiyonları arasındaki ilişkiyi ortaya koymuş ve bu doğrultuda “zoonoz” terimini bilim dünyasına kazandırmıştır. Virchow, veteriner tıbbı ile insan tıbbının birlikte çalışması gerektiğini ve aralarında temel farklar bulunmadığını vurgulamıştır. Onun öğrencisi olan Kanadalı hekim Sir William Osler de bu görüşü benimseyerek, özellikle domuz tifo salgınları ve parazit kaynaklı hastalıklar üzerine yaptığı çalışmalarla veteriner hekimlik ile insan hekimliğinin birbirini tamamladığını savunmuştur.

1964 yılında veteriner hekim Prof. Dr. Calvin W. Schwabe, “Tek Tıp” (One Medicine) kavramını ortaya atmış ve bu terimi zoonotik hastalıkların epidemiyolojisi ile kontrolü çerçevesinde kullanmıştır. Ayrıca, deney hayvanları ile yapılan çalışmalar da bu yaklaşımın önemli örneklerinden biri olarak sunulmuştur. Schwabe, ayrıca Veterinary Medicine and Human Health (Veteriner Hekimliği ve İnsan Sağlığı) isimli ders kitabını yazarak bu alana önemli katkılarda bulunmuştur.
Zamanla “Tek Tıp” terimi, daha geniş bir perspektifle ele alınarak “Tek Sağlık” (One Health) kavramına dönüşmüştür. Bu yaklaşım, yalnızca insan ve hayvan sağlığını değil, aynı zamanda çevre sağlığını da kapsayan bir sağlık anlayışıdır. 2003 yılında Washington Post’ta Dr. William Karesh’in Ebola virüsü hakkında yaptığı değerlendirmelerle “Tek Sağlık” kavramı yeniden dünya gündemine taşınmıştır.
2004 yılında Amerikan Veteriner Tıp Birliği (AVMA), veteriner ve beşeri hekimlerin nasıl daha etkin iş birliği yapabileceğine yönelik bir çalışma grubu oluşturmuş ve bu kapsamda öneriler sunmuştur. Ardından, Amerikan Tabipler Birliği (AMA) ile AVMA’nın desteğiyle “Tek Sağlık Girişimi” (One Health Initiative) önergesi hazırlanmış ve 2007 yılında AVMA’nın Washington DC’deki toplantısında “Tek Sağlık Konsepti” adı altında resmi olarak kabul edilmiştir.
Türkiye’de ise Tek Sağlık kavramı ilk kez 2007 yılında Veteriner Hekim Arzu Temizyürek’in Veteriner Hekimleri Derneği Dergisi’nde yayımladığı “Veteriner Hekimler ile İnsan Hekimleri Tek Sağlık Konseptine Geri Dönüyorlar” başlıklı makale ile gündeme gelmiştir. 25 Nisan 2009 tarihinde Türk Tabipleri Birliği ile Türk Veteriner Hekimleri Birliği, “Tek Dünya – Tek Sağlık” bildirisine imza atmış; ülke genelinde birçok konferans ve etkinlik düzenlenmiştir.
Aynı yıl, Amerika Birleşik Devletleri Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) bünyesinde “Tek Sağlık Ofisi” kurulmuş, bu ofis halk sağlığı araştırmalarını desteklemenin yanı sıra bilgi alışverişini kolaylaştırma görevini üstlenmiştir.
Kanada Halk Sağlığı Ajansı, 16-19 Mart 2009 tarihlerinde “Tek Dünya – Tek Sağlık” başlıklı bir toplantı düzenleyerek insan, hayvan ve ekosistem sağlığı arasındaki bulaşıcı hastalık risklerini azaltmaya yönelik yöntemler geliştirmeyi amaçlamıştır. 4-6 Mayıs 2010 tarihlerinde CDC, Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü (WOAH), Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) iş birliğiyle Tek Sağlık fikirlerini uygulamaya geçirmek ve eylem planları hazırlamak amacıyla uluslararası uzmanların katılımıyla toplantılar düzenlemiştir. 2011 ve 2013 yıllarında da uluslararası katılımlı Tek Sağlık kongreleri gerçekleştirilmiştir.